3 Kasım 2008 Pazartesi

YASSAH KARDEŞİM, GİREMEZSİN!


Blogger sitesinin kapandığını Cuma gecesi televizyonda haberleri izlerken öğrendim. Şaşırmadım sanırım. Donuk bir yüzle haberi dinlemeye devam ederken, yine de kafamda “nasıl mümkün, Blogger’a bağlı binlerce siteyi mi kapatacaklar?” sorusuyla bilgisayarıma seğirttim. Blogumu açmaya çalıştığımda karşımda o malum, kırmızı yazıyı gördüm. Sitem, Diyarbakır 1. Sulh Ceza Mahkemesi 20.10.2008 tarih ve 2008/2761 sayılı kararı gereği erişime kapanmıştı.


Tanımadığım, bir kez dahi siteme girip ne yazdığımı okumamış, benden habersiz biri çıkıp, bana ait olan bir web sitesine erişimi engelleyebiliyor, kendinde bu hakkı görebiliyordu. Vahim olan, bu hakkı yasalar çerçevesinde elinde bulunduruyordu. Bir değil, binlerce web sitesi bir anda, bir, hadi diyelim birkaç kişinin inisiyatifi ile bir anda kapatılabilmişti.


İki gün sonra, Pazartesi günü en azından yasağın nedenini öğrenebilmiştik. İnternette bir mecraya yayın yasağı getirilmesine neden olan, memleketin akıl sınırlarını zorlayan dinamiklerine uygun olarak yine bir yayın kuruluşuydu. Türkiye’deki binlerce web sitesinin kapanmasına Digitürk karar vermişti. Çünkü bazı blog sitelerinde Digitürk’e ait Lig TV görüntüleri izinsiz olarak gösteriliyordu. Oysa görüntüler Digitürk tekelindeydi, kimin haddineydi izinsiz yayımlamak! Vaktinde yüklü bir para yatırarak yayın haklarını almıştı görüntülerin. Bir yatırmıştı, beş kazanacaktı, bunun hesabını çoktan yapmıştı. Kim engel olabilirdi? İzlemek isteyen parayı bastıracaktı elbette. Digitürk’ündü gerekirse memleket ve kainat. O erkti, güçtü... İşte göstermişti herkese haddini. Yasalar onun yanındaydı, biz faniler kimdik ki yasalar karşısında?


Tam da bu yazı hazırlanırken Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım konuyla ilgili bir açıklama yaptı, e n az bir yasakçı kadar sempatikti. Kısaca “Yaşlıyız biz, gençler gibi hızlı kavramıyoruz bu bilgi teknolojileri meselesini, zaman verin bize” demeye getirdi. Bir hamlede binlerce siteyi kapatma kararının nesi anlaşılmaz diye sorduk elbette kendi kendimize. Sayın Bakan’ın şu sözlerinde ise yargıçların yasaklara dair hayalleri gizliydi: “(Yargıçlar) Bazen şöyle bir karar da verebiliyor. ‘Bu sitenin bütün dünyadaki faaliyetini durdurdum’ diyor. Böyle bir şey olamaz”.


“Dünyanın bütün internet sitelerini kapatın, maazallah memlekete zeval gelmesin” diyerek, tüm dünyada internetin köküne kibrit suyu dökme üzerine kurdukları fantazya yargıçların rüyalarını süslüyor belli ki. Gördüklerimizin yanında, daha ne girişimlere tanık olacağız demenin vaktidir.


Yine tam bu yazıyı hazırlarken bir sitede şu haberi okuyorum: “İstanbul’da dergi dağıtırken gözaltına alındıktan sonra Metris Cezaevi’nde gördüğü işkence sonucu hayatını kaybeden Engin Çeber’in ölümüne ilişkin yayın yasağı konuldu.”


İşte o kan yürümüş gözleri ile bilgisayarlarımızın ekranından yarı beline kadar sarkmış, elindeki sopayı yüzümüze yüzümüze savuran şekilsiz yaratık bu kez karşımıza dikilmiş, kullandığı arkaik dille, beynine kazılı yegane kelimeleri haykırıp duyuyor: “Yassah kardeşim giremezsin, yazamazsın”.


Hodri meydan o halde kardeşim, hodri meydan!


9 Ekim 2008 Perşembe

GÜLE GÜLE TANJU

Üniversitedeydik, 1990’lı yılların başıydı. Zor yıllardı. “Yeni bir söz söylemek için ölmek mi gerekir?” sorusunun yanıtını arıyorduk. Okumanın, sohbet etmenin, müzik dinlemenin, akşamları demlenmenin anlamının şimdikinden çok farklı olduğu yıllardı.

Ezginin Günlüğü dinlerdik, hem de çok. Aşık olur dinlerdik, kavuşur dinlerdik, hasretlik olur dinlerdik, derdimizi anlatamaz dinlerdik. Yıllarca dinledik. Her şarkının her bir sözü, her tınısı hayatlarımızda karşılığını buldu. Hayatımız öyle geçecek sanırdık, her öğrencide olduğu gibi. Yıllar geçti, kimimiz az, kimimiz çok ama hepimiz değiştik.

Sanırım iki hafta önceydi. Bir kitapçıda dolaşırken raflardan birinde rastladığım “Bahçedeki Sandal” albümünü, ilk gençlik yıllarıma sarılır gibi elimde uzun süre tuttuğumu hatırlıyorum. Aldım, eve geldim. Dinledim, dinledim. Geçmiş yıllarda kalmış duygularımı yokladım, kaybettiğim, izini yitirdiğim dostlarımın, ağzımda şarap tadıyla andığım ilişkilerimin izini şarkılarda buldum. Albümün kapağını okudum. Tanju Duru ve Cüneyt Duru yazıyordu birçok şarkının altında.

Tanju’yla günün birinde yollarımızın kesişeceğini hayal bile edemezdim. Yıllar önce, Ezginin Günlüğü şarkılarını dinlerken, onların yaratıcıları bizim için öyle uzaktı ki... Sanki hiç yoklardı, aramızda yaşamıyorlardı, aynı havayı solumuyorduk, ulaşılmazlardı. Ama, işte, tanımıştım içlerinden birini.

Birlikte kamp kurdum, hayatımın en uzun dolayısıyla zorlu, bir yandan bana yaşadığımı hissettiren yürüyüşlerini yaptım. Kamp yerlerinde geceleri karanlık korkumu ona fısıldadım, sıcaklığı ve rahatlığıyla avundum. Doğayla, hayvanlarla, kedilerle, köpeklerle sakınması olmadan kurduğu ilişkisinden payıma düşeni öğrendim. Tanju’yla müzikten, sanki benimle aynıymış, müzikle ilişkisi dinleyici olmaktan ibaretmiş gibi rahat sohbet edebildim.

Sadece iki hafta önce Bahçedeki Sandal albümünü dinliyordum. İki hafta sonra güzel, güneşli bir sonbahar gününde, Moda sahilindeyken çaldı telefonumuz. Tanju’nun kaza geçirdiği söyleniyordu. Niğde’de, dağlarda olduğunu biliyorduk ama ne kazası geçirmişti? Trafik kazası mı, dağda mı başına bir şey gelmişti, durumu ağır mıydı? Durumu ağır demişti telefondaki ses ama haberler alıcıya gelene kadar değişmez miydi? Durumlar abartılmaz mıydı böylesi anlarda? Çaresiz yeni bir haber beklemeye başladık. Telefonumuzun yeniden çalmasının üzerinden çok geçmedi. Kara haber tez duyulur sözünü doğrularcasına hepimiz hızla öğrendik onu kaybettiğimizi.

Biz yolumuza devam ederken bir kez daha bir arkadaşımızı arkamızda bırakıyoruz. Şimdi aklımda “daha yapacak çok işi, gezecek çok yeri, keşfedecek çok rengi, söyleyecek çok sözü, duygularımızı yine ele geçirecek çok notası vardı” düşüncesi dolaşıyor sadece. İşte bu yokluk ve büyük bir boşluk demek. Hayatın öğrettiği gibi çaresiz bu boşluk duygusunu kabullenerek, minnet duygusuyla, ona “güle güle Tanju” diyebiliyorum.

Yaptıkların ve yarım bıraktıkların bizde saklı, güle güle Tanju...

30 Nisan 2008 Çarşamba

YAŞASIN BİR MAYIS

(Başlığı çok sloganvari bulanlara açıklamamdır: Eğer gerçekten böyle düşünmüyor olsaydım, daha az ya da çok hissediyor olsaydım bu başlığı atmazdım sanıyorum)

Sıcaktı, hem de çok. Kimse havanın o denli sıcak olmasını beklemiyordu. Aslında havadan hiçbir şey beklemiyorduk. Tipik İstanbul havasıydı işte, tahminleri takip etmeyi çoktan bırakmıştık. Tahminsiz insanlara yakışır şekilde kalın giyinmiştik. Ben üzerimdeki ince sayılmayacak montu çırakabilmiştim ama giydiğim uzun kollu gömlek bile fazla geliyordu.



İşte buluşmuştuk. Çok kalabalıktı. Eğer oradaysanız, mitingler, hadi toplaşmalar diyeyim en yasak haliyle, hep çok kalabalıktır zaten.

Yürümeye başladık. Yanımdaki çok sevgili dostumun ne olursa olsun beni bırakmayacağını biliyordum. Yola çıktığımızda elimi avucunun içinde tüm gücüyle kavrayışı bu konuda sözcüklere sığmayacak güveni çoktan vermişti. Biri elinizi öyle tutsa, gözünüze öyle baksa, canınızı verirdiniz.



Koca caddeye kalabalık bir kitle olarak yayıldığımızı hatırlıyorum.

Yaşamdan, dünyadan ne istiyorsak onu haykırıp yürüyorduk. Yol kenarlarında dizi dizi binalardan korkuyla uzanıp bakanlar; bizi biraz ürkerek, biraz kızarak ama hiç anlamayarak izleyen gözler, o anda ne kadar özgür olduğumuzu hatırlatmaktan öteye gitmiyordu. Biz sokaktaydık, söylediklerimizle oradaydık ama onlar bakamıyorlardı bile. Anneler merakla izlemeye çalışan çocuklarını içeri çekiyordu. Herkesi selamlayarak yürüdük.

Çok uzun yazmama kararı aldım nicedir. Peki şöyle diyeyim, çok güzel bir gündü. Bütün samimiyetimle söyleyebilirim ki, kendimi hayatımda o güne kadar ve ondan sonra, o kadar mutlu hissettiğim bir gün olmadı.



Eğer şimdiye kadar yapmadıysanız, isyan ettiğiniz herhangi bir konuda sokağa çıkmayı deneyin. Sesinizi, sizin gibi düşünenlerin sesine katın. Biri sizin elinizi bırakmayacak gibi tutsun.

Uzun zaman geçti... Yine 1 Mayıs... Adil bir dünya için...



16 Nisan 2008 Çarşamba

YORGUNUM

Bugünlerde bahar yorgunluğunun vücut bulmuş şekliyle dolanıyorum ortalıklarda. Her yıl olur. Ne zaman ki ağaçlar çiçek açar, şairlerin çok sevdiği ifadesiyle dallara su yürür, ben kendimi oradan oraya atmaya başlarım.

Bu yıl daha bir beter bastırdı yorgunluk. Babam daha soğuklar olur, bahar gelmedi diyor ama vücudum bu teze inanacak gibi değil. Ellerimde, kollarımda, bacaklarımda külçe külçe ağırlık, beynimde bir uyuşukluk... Göz pınarlarım yanıyor. Her hareket ettiğimde vücudum hareket etmiyor da biri onu taşıyor gibi, o biri de benim hatta. Akşamlarım nasıl geçiyor, yatağıma nasıl sürünerek gidiyorum, hiç sormayın.



Şimdi yorgun olduğumu öğrendiniz ve bir yazı kotarmanın şu durumda benim için ne kadar zor olabileceğini. Ama geleceğim, merak etmeyin, en kısa zamanda buradayım.



Bir dahaki yazıya kadar hep birlikte düşünelim isterseniz, insan kendine söylediği yalana inanır mı? İnanır da yalan gerçek olur mu? Olmazsa o yalan büyür büyür o hayatı ele geçirir mi? Size bir kolaylık yapıp buradaki yalanı da, yalanları söyleyeyim: “Nereden çıktı bu sapık, hiç haberimiz yoktu, toplumun yüz karası, vahşet, hiç olmazdı bak görüyor musun, bir tane çıktı, o da bu gelini buldu...”



Hadi bir kişi kendine söylediği yalana inanır da, koca bir insanlar topluluğu aynı yalana inanır mı be kardeşim.



Peki biz, hayatımız boyunca gardımızı, etrafımızdaki olası saldırganlara karşı tüm önlemleri, kıyafetimizden sokağa çıktığımız saate kadar düşünüp alarak yaşamaya alışkın biz kadınlar bu yalana inanır mıyız?



İki gözüm eminim biz varız, onlar da!



8 Şubat 2008 Cuma

BİZDEN İYİ KİM ANLAYABİLİR?

Yıllar yıllar önce bir aile yakınımızı kaybettik. Çok gençti, çok acıydı. Evimizde uzun süre bu acının ağır havasının hakim olduğunu hatırlıyorum. İçimdeki acı, yakınlarının çaresizliğini gördükçe büyüyordu. Küçük bir çocuktum ve kendimi nasıl avutacağımı bilemiyordum. Sanki kimsenin hayatı bir daha eskisi gibi olmayacakmış gibi geliyordu. Hayatımızın değiştiğini hissediyordum. Bu durum bende belli belirsiz bir kaygıya neden oluyordu.



O günlerde bir aile büyüğümüzün acısını dile getirmek için söyledikleri hala ara ara aklıma gelir: “giden gidiyor, kalana hiçbir şey olmuyor”. Bu sözleri, zamanın tüm yaraları sardığına duyduğu güvenle söylemişti kuşkusuz. Bir süre sonra mutlu hayatlarımıza dönecektik, oysa ölüm her şeyin sonuydu.



Ya o yanılıyordu, ya da yaraları sarmanın kolay olmadığı zamanlarda yaşıyoruz. Bir yaranın üzeri kapanmadan diğeri açılıyor. Çocukluktan çıkıp şahsen tanımadıklarımıza, elimizden alındıkları için gözyaşı dökmeyi öğreneli beri işimiz daha zor. Almanya’da 9 kişinin öldüğü yangın haberlerini okumak çok zor.



Almanya’nın Ludwingshafen kentinde, 4 Şubat gecesi Türklerin oturduğu dört katlı binada çıkan yangında 9 kişi can verdi.



Fotoğraflarda alevler içindeki binanın pencerelerinden yarı bellerine kadar sarkmış aile üyelerinin bebeklerini kurtarmak için çırpınışlarını, bebeği boşluğa bırakışlarını, havada asılı kalan kolları ve bebeğin düşüşünü görüyorum. İçerde verdikleri yaşam mücadelesini, kurtulma umutlarını kaybettikleri anı, bir aile meclisi toplantısının sonucu gibi bebeklerini boşluğa bırakma kararı alışlarını gözümün önüne getirmeye çalışıyorum.



Fotoğrafa yeniden yeniden bakıyorum, dört yetişkin var sanırım pencerede ve bir bebek. Bebeği boşluğa bırakan, daha sonra amcası olduğunu öğrendiğim adamın havada açık duran eli yüzüme çarpıyor. Neyi, neden yaşadığını bilen, tüm sözcükleri, tüm direnişleri, hayata dair tüm umutları, tüm düşleri yarım kalmış, yılgın birinin eli. Neyi, neden yaşadığını bilen diyorum... O gece o binada neler yaşandığını ondan iyi kim bilebilir ve ülkesinin ona vermediği ekmeği, daha iyi bir hayat arzusu ile aramaya gittiği ülkede istenmeyen kişi olmanın, bu nedenle ateşe verilmenin acısını ondan daha güçlü kim yaşayabilir?



5 çocuk ve 4 yetişkin yangında öldü. Şimdi, acılarımızı tartarken, ülkelerinde yükselen ırkçılık dalgasından utanç duyan, olanı biteni büyük bir çaresizlik ve kahırla izleyen Almanları en iyi biz anlamalıyız. Küçük bir Alman kızın yakılan eve bıraktığı “Eğer bir şey olduysa bizi affedin” notunun, kendi ellerimle yazılmış gibi durduğunu söyleyebilirim. Ben de ne yazık ki bu notu kendi ülkemde defalarca, defalarca, defalarca yazmak zorunda kaldım, kalıyorum.



Eğer tüm bu yaşananlar, insan elinden çıkma trajediler bende, Almanya’daki o bir zamanlar dışarıdan güzel görünen bina yüksekliğinde bir yerden atlama hissi uyandırıyorsa, “kalana bir şey olmuyor” mantığı geçerliliğini yitiriyor demektir. En sevdikleri, ırkları, dilleri, dinleri nedeniyle ellerinden alınanların acılarının birleşerek uğuldadığı, duymayı bilenleri çıldırma sınırına getiren bu uğultunun hakim olduğu bir dünyada ne kadar olunabiliyorsa, o kadar mutlu olduğumuzu kabul etmeliyiz.



27 Ocak 2008 Pazar

ÖZGÜRLÜK

Sitemi açar açmaz böylesine iddialı bir başlıkla yazı yazmaya kuşanmamı bekleyenler vardır. Bekleyip özgürlük, adalet gibi kavramlarla sınırlı bir alanda düşünmeye, kalem oynatmaya devam edeceğime karar verip beni yadırgayanlar, bekleyip ne yazacak acaba diye merak edenler, bekleyip onları şaşırtmadığıma sevinenler.

Aslını soracak olursanız aklımda yoktu bu yazı. Ta ki uzun zamandır tanıdığım, günümün büyük bir bölümünü birlikte geçirdiğim bir çalışma arkadaşım karşıma geçip benim özgür olmadığımı düşündüğünü söyleyene kadar. Bu, o güne kadar hakkımda duyduğum en kışkırtıcı yargılardan biriydi. O andan itibaren beynime söz geçirebilirsen geçir. Daha önce ruhumu okşayan eleştirilerle gelen dostlarıma minnet, şu özgür olamama durumuna kafayı taktım.

Belki inanmayacaksınız ama burçları konuşurken bu noktaya geldik. Burçtu astronomiydi derken yay olduğumu, yayların özgür ve uçarı olduklarını söyleyiverdim konuşmanın ortasında, burçlara inanmamama karşın, biraz gururlanarak. İşte bu konuşma benim özgür olmadığım yorumuna geldi dayandı. Hayatımın uzunca bir bölümünü özgürleşme uğruna kafa yorarak geçirdiğimi sanırken, kendimi hafızası silenerek tüm yaşadıkları elinden alınmış biri gibi hissetmiştim. Bunca yıl sonra, çoğunluktan daha fazla özgür olduğumu düşünürken, birden tam aksi biri olarak tanımlanmıştım.

Bunu duyunca öyle sarsıldım ki, yanıt olabilecek savunu cümlelerini akıllıca arka arkaya sıralayabildiğimi söyleyemem. Daha açık yazmak gerekirse gözlerim şaşkınlıkla açılmış kalakaldım diyeyim.

Bana özgür olmadığımı söyleyen biri vardı karşımda. Ne düşünmeliydim?

İlk olarak aklıma “acaba kimin özgür olduğunu düşünüyor?” sorusu geldi. O an sohbette bulunan, masanın etrafındakilere göz gezdirip kimin ne kadar özgür olduğunu, olabileceğini düşünmeye çalıştım. Neyi kriter olarak alacağımı bilemedim, kafam iyice karıştı. Bu değerlendirme süreci özgürlüğün nasıl tanımlanabileceği sorusunun aklıma takılması ile sonuçlandı.

Özgürlük neydi gerçekten, bir elbise gibi üzerinize giyebilir miydiniz? Ya da söylediğiniz sözler mi ele verirdi ne kadar özgür olduğunuzu? Ben kime özgür olduğunu, ya da olmadığını söyleyebilirdim? Su içme, yemek yeme tarzınızdan anlaşılır mıydı ne kadar özgür olduğunuz?

Özgürlük hakkında lise yıllarında forumlar, tartışmalar düzenlediğimizi hatırlıyorum. Her tartışmanın sonunda özgürlüğün sorumluluklarımızın farkında olmak olduğu noktasında fikir birliğine varıyorduk (bu da yüksek not demekti hiç kuşkusuz). Ne kadar güzel bir özgürlük tanımı öyle değil mi?

Şimdi bakıyorum da kimse “daha fazla özgürlük istiyorum”, “özgür değilim, özgürleşmek istiyorum” diye yollara düşmüyor. Barış istiyoruz, sosyal adalet istiyoruz, ağaçlar kesilmesin, küresel ısınma olmasın istiyoruz, daha fazla söz hakkı istiyoruz. Özgür olalım diye sesimizi yükselttiğimizi hatırlamıyorum.

Kendimizi yeterince özgür mü hissediyoruz? Çağımız malum araçlarını, interneti, teknolojiyi, tüketme gücünü sunarak kendimizi özgür hissetmemizi mi sağlıyor? Yoksa özgürlüğün tek başına bir anlamı mı yok? Örneğin, savaş ortamında barış isteyerek, yani milyonların hatta dünyayı göz önünde bulundurursak milyarların aksi yönde düşünmeyi başararak, bu isteğimizi dile getirmek için sokağa çıkma hakkımızı kullandığımızda zaten özgürleşiyor muyuz?

Yoksa bu yazıyı buraya yazma gücünü içinde duymak, düşüncelerini dile getirebilmek, dile getirecek düşüncelerinin olması mı özgürlük?

Bir blog sitesine konu olacak kadar basit değil belli ki. Derin bir mevzu. Bir de egoyu işin içine katıp felsefi boyutunu ele alırsak işin içinden en azından burada çıkamayacağız. Sanırım özgürlüğü burada en basit hali ile ele almaya çalışırken kendime de haksızlık ediyorum. Durum bu kadar karmaşıkken, öylesine sürüp giden bir sohbetin ortasında özgür olmamak yargısı ile karşı karşıya bırakılmak kadar büyük bir haksızlık.

Ne çok kişinin son sözü olmuş, ne çok kişi uğruna yaşamış, düşünürler hayatlarını adamış, şairler en güzel dizelerini insanlık tarihi kadar eski özgürlük kavramı için yazmış. Ben de galiba daha çok yazacağım bu konuda. Bir yazı, bir yazı daha yazacağım. Özgürlük hakkında daha ne çok yazacağım olduğuna inanır mısınız?

Bu bizi özgürleştirir mi dersiniz?

20 Ocak 2008 Pazar

KİM NE DİYECEK ACABA?

KİM NE DİYECEK ACABA?

Benim derdim gücüm bu galiba.

Üniversite yıllarında bir arkadaşım bütün sorunumun başkalarının benim hakkımda düşündüklerini çok fazla önemsemem olduğunu söylemişti. Belki öylesine söylemişti ama bana dünyanın tüm hazinelerini vermiş gibi sevinmiştim. Demek ben bu yüzden o kadar mutsuz, sonsuz bir arayış içindeyim.

Tüm sorunlarımın kaynağını bulmuş olmaktan çok mutlu olmam gerek ki, pek öyle eleştiri kaldıran bir yapım olmamasına rağmen (en azından o yıllarda öyleydi) arkadaşımın bu söylediğine dört elle, kolumla, tüm gücümle, artık neyle olabiliyorsa onunla sarılmıştım. Evet, başkalarının benim hakkımda söylediklerini, düşündüklerini çok fazla ciddiye alıyor, hatta bu yargılara göre yaşıyordum. Değişmeliydim, hemen, şimdi! Değişim değil miydi tüm amacımız?

Şimdi yazdıklarımı internet dünyasına, yedi düvelin beğenisine açtığımı görseydi (belki görür) ne düşünürdü bilmiyorum. Değiştim mi?

Dizlerim titriyor bu satırları internette yayımlayacağımı, linkini isimleri hep yapıldığı gibi BCC’de gizli bir dolu arkadaşıma göndereceğimi düşündükçe. Soğuk soğuk terliyorum. Bugüne kadar yazılarının altını yorumla doldurduğum insanlar gözümde canlanıyor. Bazen gerçekten aksini düşünerek meydan okuduğum yazılar, bazen sadece muziplik olsun diye, tartışma çıkarmak için yazdığım yorumlar aklıma geliyor.

Buyrun, buradayım. Okuyun, yazın, beni yanıtsız bırakmayın. Hep birlikte değişelim, değiştirelim. Belki... O zaman... Gerçekten...

“İklim değişir, Akdeniz olur” Hoşgeldiniz.

İLK YAZI

İlk yazılar hep zor mudur? İlkyazlar hep güzeldir oysa. Bir harfle durum bu kadar değişir mi? Bir başlayalım bakalım, yazımız ilkyaz gibi şenlikli olabilecek mi?

Yazı maceram, tüm denizlerdekinden daha fazla...

Ben hayatım boyunca yazdım, en iyi yapabildiğim buydu sanırım. Yazma amacım hep değişti. İlk başlarda not ortalamamı yükseltmek için yazıyordum. Lisede, Türkçe ve edebiyat öğretmenlerinin gözdesiydim. Onlardan aldığım güçle, algımın kesinlikle kıt olduğunu, umutsuz bir vakanın somut hali olarak karşılarında durduğumu düşünen kimya ve matematik öğretmenlerime karşı başım dikti. Bu derslerde anlatılanlardan tek kelime anlamıyordum belki, kurtarma sınavlarının gediklisi olmam bu durumun bir kanıtıydı. Ama kompozisyon dendiğinde akan sular duruyordu.

O zamanlar Atatürk’ü bir başka seviyorduk. Yazılara Atatürk’ten bir özdeyiş ile başlamak garanti yüksek not demekti. Bunu önce ben çözmüştüm, elbette. Konu ne olursa olsun yüce Atatürk yanımdaydı. Şimdi, yazı hayatıma para kazanmak için, başkaları adına yazarak devam ederken, bazı zamanlar bu durumun değişmediğini dehşetle görüyorum. Neyse, bu ayrı bir konu, yeri geldiğinde ayrıca değinirim belki.

Lise yılları geride kalıp üniversite başladığında yazı yazma nedenlerim de değişmeye başladı, neyse ki. Artık söyleyecek sözlerim vardı, kendim için, yaşadığım dünya için, hayalini kurduğum güzel günler için. Yazıyor yazıyordum... Her yazdığım ile dünyalar yıkıp, dünyalar kurduğuma inanıyordum. Tanrım, ne kadar mutluydum. Ben ve okuyucu kitlem (bunu mecazen yazmıyorum, vardı kendime göre bir kitlem ve onları çok ama çok seviyordum) çok mutluyduk.

Bu dönemde, bir meslek dergisi için, 8 Mart nedeniyle “Çırılçıplak Soyun” başlıklı bir yazı yazdım. Atatürk’ün yerini Yannis Ritsos’un Erotika kitabı almıştı. Ritsos dizeleri ile süslenen yazım günün deyimiyle büyük ses getirdi. Kadın, erkek herkesi ayna karşısında soyunmaya çağırdığım yazım hala bugüne kadarki en güzel yazımdır ve tüm uğraşım bu yazıyı aşmak içindir. Ne garip, aşmaya çalıştığım yazı yine kendi yazım. Bu herşeyden daha gerçek geliyor bana. (Bu yazımı şimdilik gizli tutmayı tercih ediyorum, vakti geldiğinde yine burada olacak elbette)

Ve hala yazıyorum. Yazı benim hayalini kurduğum ülkem, oturma odasında ayaklarımı uzattığım koltuğum, doğum günü partim. Yazarken çok eğleniyorum, kahkahalarla gülüyorum, öfkeleniyorum, zaman zaman gözlerimden süzülen yaşlara engel olamıyorum. Ne kadar yalnız olduğumu düşünüyorum, ya da ne kadar kalabalık. Geriye elimde hayatın ne kadar güzel ve yaşanılası olduğu kalıyor.

Şimdi yazı maceramda beyaz sayfalardan birini daha önümde açıyorum. İçimde bir yerlerde kıpırdanıp duran heyecanım, tencerede taşmak üzere olan bir süt gibi kabarıyor. Lunapark gibi bir alan düşlüyorum. Gondolların, güldüren aynaların, korku tünellerinin, pamuk şekerlerinin, çığlıkların, sarılmaların, tesellilerin, aynı duyguda buluşmaların olduğu bir lunapark.

Söz veriyorum, çok iyi vakit geçireceğiz...