Geçen aylarda ilk kez, seyrettiğim bir filmle ilgili yazı yazmak istedim. Meğer ne zormuş bir film eleştirisi yazmak. Büyük bir istekle başladığım Sonbahar yazısı epey debelenmemin ardından, yılgınlıkla yarım bıraktığım yazılar arşivimdeki yerini aldı. Eğer filmle ilgili bir başka yazı okumasaydım bu defteri bir daha açmaz, bu çileli yolcuğu tekrar göze almazdım. Sonbahar filmi hakkında bir yazı yazmak boynumun borcuymuş, o yazıyı okurken anladım.
“Hayatı kaçırmıştı Yusuf” diye başlıyor, Çiğdem Şahin sansursuz.com’da yayımlanan Sonbahar başlıklı yazısına. Şöyle devam ediyor: “Delikanlılığın o başı göğe erdiren delidolu günleri... İçinde bir çıkış bulma umudu... Yoksulluğun, sahipsizliğin, adaletsizliğin bütün sorumluluğunu üzerine alıp, başını koyup davaya, ölümüne çıkmak yolculuğa, bir hayat bir dava uğruna ancak bu şekilde hoyratça harcanabilir, işkence ve zulümlerle bir fidanın ömrü ancak bu şekilde söndürülebilirdi.”
Okumaya devam:
“Ah Yusuf, seninkisi bu nasıl bir deli sevdaydı...
Bir de geç kalmış olmasaydın hayata...
Bir de mevsim SONBAHAR olmasaydı” (büyük harf seçimi Çiğdem Şahin’in)
Sonbahar, F Tipi cezaevlerine karşı başlatılan ölüm oruçlarını bitirmek amacıyla düzenlenen Hayata Dönüş Operasyonu dönemini cezaevinde geçiren Yusuf’un öyküsünü anlatıyor. Yusuf, vücudunun cezaevinde aldığı onulmaz yaralar nedeniyle ölümcül bir hastalığa yakalanır ve 22 yaşında girdiği cezaevinden 32 yaşında tahliye edilir. Memleketine, Doğu Karadeniz’e, annesinin yanına gelir. Yusuf’un burada geçirdiği, hayatının kalan kısmını izleriz Sonbahar’da.
İşte Çiğdem Şahin, şiirsel diyebileceğim iyi niyetli, incelikli, sırça cümlelerini bu film için kurmuş. Yazara, kadın mahkumların üzerine benzin dökülerek ateşe verildiği belli belirsiz sahnelerle başlayan bir film hakkında böylesine naif cümleler kurduran ilham, Sonbahar’ın, anlatımına güç katan dinginliğinde gizli olsa gerek. Bu dinginlik aynı zamanda, Yusuf’un ve onunla aynı ideallere ortak olanların, ölüm ve yaşam arasında kurdukları ilişkiye dair genel bir yanılgının ortaya çıkmasına neden oluyor.
Sonbahar’da anlatılan ölümüne çıkılan bir yolculuk değil, hayatı sonuna kadar yaşama arzusu oysa. Sadece, bu arzuyu tutkuyla taşıyanların nasıl yok edildiklerini görüyoruz filmde.
Yazısının bir yerinde “Ölüm hiç koymuyordu ya anacığına üzülüyordu (Yusuf)” diyor Çiğdem Şahin. Özgürlüğü elinden alınmışken, içerdeyken, korunmasızken, hiçbir zararının dokunmadığı insanlar tarafından hayatı 30’lu yaşlarında ellerinden alınmışken ölüm Yusuf’a koymuyor, annesini düşünüyor. Çünkü baştan ölümüne yolculuğa çıkmış.
Hayır... Yusuf yaşamak istiyor. O nedenle mevsimi değilken yaylaya çıkıyor, karlar içinde soluğu kesilene kadar yürüyor, düşüyor, kalkıyor. Evde değil dışarıda, Karadeniz’in muhteşem ormanlarına karşı uyuyor. Çiğdem Şahin’in söylediğinin aksine, cezaevinden çıktığında ağaca, taşa, ormana, dereye, tepeye, kurda, kuşa çiçeğe şaşırarak bakmıyor. Onları biliyor, çok eskilerden. Hayatını elinden alanların bilmediği kadar. O nedenle sevgilisiyle yola çıkmak üzere pasaportunu hazırlıyor. Hayatını elinden alanların anlayamayacağı kadar, isteyemeyeceği kadar yaşama bağlı olduğu için. Yusuf’un hayata bağlılığını anlatmak için Karadeniz’in hırçın doğası dışında bir ifade aracı olabilir miydi?
Ölümün Yusuf’a koymadığı algısı, yönetmen Özcan Alper’in filmi adadığı “her daim düşlerinin peşinden koşan sabırsızlık zamanının güzel çocukları”nın göğüslediği adaletsizliği daha da güçlendirir. Ölümün genç yaşta insana koyacağını, gençlerin hayatlarının elinden alınmasına karşı söz üretebilmemiz için önce bizim anlamamız gerekir.
Çiğdem Şahin’in yazısı için:
http://www.sansursuz.com/haberler/templates/sansursuz-yazar.asp?articleid=77369&zoneid=7&y=38
24 Şubat 2009 Salı
SONBAHAR
Kaydol:
Yorumlar (Atom)