17 Temmuz 2009 Cuma

SATILIK

Bir çocuk kaç para eder?

Anlaşılan gecekonduda yaşayan bir ailenin makus talihini yeneceğine iman etmesine yetecek kadar çok ediyor. Erol Evgin ve Pınar Altuğ’un cebini epeyce şişkinleştirmesini, bir televizyon kanalının kasasını daha da doldurmasını sağlayacak kadar çok ettiğini tartışmaya gerek bile yok. Yoksa çocukların en arabesk hal ve tavırlarla, yaşlarına özgü tüm naifliklerinden, güzelliklerinden sıyrılarak yetişkin dünyasına devşirildikleri Bir Şarkısın Sen programının ortaya çıkmasının, bu kadar sevilmesinin ve savunulmasının bir açıklaması olamazdı.

Programa katılan çocuklar belli ki daha ilk adımlarını sıralamaya başladıkları andan itibaren yeri geldiğince cilveli, yeri geldiğinde en acılı türküyü, ağıdı söylerken yere bağdaş kurup elini böğrüne attığında yadırgamayacağımız hal ve tavırları takınmak üzere bir eğitim ve kültür almışlar. Karşımıza en az 40 yaş yüz ifadesi, vücut dili ile küçük erkek ve kadınlar olarak çıkıveriyorlar. Seslerini titrete titrete, ellerini kollarını, yurttan sesler korosu solistlerini aratmayacak şekilde sağa sola sallarken kendilerini izleyenleri etkilemeye çalışıyor, etkilediklerine inanıyorlar. Aslında kendilerine tamamen yabancı, en azından öyle olması gereken bir dünyanın parçası olduklarını ispat etmek istercesine gırtlaklarını yırtıyorlar.

Sonra bir an geliyor, neden geliyor bilmiyorum, bu sahneler neden yaşanıyor tam olarak bilmiyorum ama geliyor. Bir çocuğun annesi ışıklı sahneye atlayıveriyor, sahneye davet ediliyor. Yoksulluğun verdiği eziklikle, omuzları düşük oğluna ya da kızına sadece sarılıveriyor; söyleyecek bir sözü yok, her şeyine, tüm varlığına, geleceğe dair umuduna, onu kurtaracak, belki de o ışıklı sahneye yansıyan hayal dünyasının bir parçası olmasını sağlayacak olana. Ve sahne tekrar açılana kadar böyle kapanıyor.

Neyse ki Bir Şarkısın Sen programına şimdiye kadar, belli belirsiz birkaç itiraz sesi yükseldi. Programı yayınlayan kanal hemen harekete geçti, “reytingimizi çekemeyen diğer kanallar çamur atıyor, halk çok seviyor, ne varmış yaptığımızda” açıklamaları yapıldı. Sonra kanal bir muhabirinin yanına bu çocuklardan birini verdi, ikisi gezdiler, halka sordular “siz ne düşünüyorsunuz, programımızı kaldırmak isteyenler var” dediler. Elbette görüştükleri herkes programı destekliyordu, çocuklar çok sempatikti, hiç anlayamıyorlardı niye karşı çıkıldığını. Çocuk bir de şarkı söylüyordu muhabirin yanında, oyun tamamlanıyor, herkes rahatlıyordu.

Programın sunucuları da hiç anlayamıyordu tepkileri. Erol Evgin “asmayalım da besleyelim mi?” lafını hatırlatırcasına “programa çıkarmayalım da çocukları eve mi kapatalım” diyordu. Bu sözler, yüzünden silinmeyen samimiyetsiz gülüşüyle, hiç açık vermediği söz ve jestleriyle Türk toplum yapısına uygunluğunu her an kanıtlamayı başaran statik şahsiyet Erol Evgin’in, en iyi niyetli yorumla ahmak olduğunu gösterir. Diğer türlü çocukların feleğin çemberinden geçmiş birer yetişkin edasıyla, bağırış çığırış şarkı söylemeleri için, popüler kültürün en kanlı arenasına sürülmesinde bir sakınca olmadığını söylemesini bizi aptal yerine koyma girişimi olarak algılamamız gerekir.

Halk yarışmaya katılan çocuklar çok sempatik diyor. İşte o çocuklardan biri, 12 yaşındaki Dilan İzdaş. Dilan’ın bir çöp evde yaşadığı ortaya çıkıyor. Bir kamyon dolusu çöp çıkan gecekondusuna gelen temizlik ekiplerine, annesinin iki gündür eve uğramadığını, evde tek başına yaşadığını anlatırken, kendisini görüntüleyen kameralara, katıldığı yarışmada seslendirdiği “Havada bulut yok” isimli türküyü okumaya çalışıyor.

Bu çocukların yüzyılın en acınası vodvillerinden birine nasıl malzeme edildiklerini anladıkları, bu kez gözlerinde cam gibi bir öfke ile karşımıza dikilip, bunları onlara yaşattığımız, böyle yaşadığımız için hepimizden hesap soracakları günlere dair içimdeki umudu yokluyorum, hala orada mı diye... İçimde bir şey kıpır kıpır, tıpkı bir çocuk gibi... Çocuk gibi...

27 Haziran 2009 Cumartesi

HİÇ ÖLMEYECEK GİBİYDİ

“O bizim ekolümüzdü, kahramanımızdı. Her bir klibi ile büyülü bir yolculuğa çıktığımız günleri, Billy Jean reklamlı Blendax’ın koyu mavi, çizgili şişesindeki şeffaf sarı şampuanının kokusunu burnumda duyarak hatırlıyorum.”

İngilizce’de bazı kelimelerin Türkçe karşılığını bulmak güç, insan bazen çaresiz kalıyor. “Gifted” o kelimelerden biri sanırım. Türkçe’si yok değil, “yetenekli” demek aslında. Ama ne yazık ki tam ifade etmiyor. “Gift” hediye anlamını taşıyor, “gifted” iseniz bir hediye ile dünyaya geliyorsunuz demektir. Size bahşedilmiş bir hediye. Bu kelimenin anlamının güzelliği beni her zaman etkilemiştir. Gerçekten bu anlama uygun olarak, dünyaya bizden farklı gelenler, bize vermek üzere yanında kıymetli bir hediye taşıyanlar var ve Michael Jackson onlardan biriydi.

Sabah ölüm haberini öğrendiğimde kulaklarım uğuldadı, sarsıldım, gözlerimin dolduğunu hissettim. Hemen bir arkadaşıma haber verdim, “Duydun mu Michael Jackson ölmüş?”. Önce bir suskunluk, ardından şu kelimeler döküldü ağzından “Hiç ölmeyecekmiş gibi geliyordu bana, çok şaşırdım”. Evet, Michael Jackson hepimize hiç ölmeyecek gibi geliyordu ve bu efsane olmak aslında, hiç ölmeyecek gibi olmak.

Bir daha dünyaya gelse, yine aynı şekilde yaşayacaktı. Müzikteki olağanüstü yeteneğini müthiş bir kendine güvenle sahnelere taşıyacak, kim ne derse desin dans edecek, dehasının ispatı olan, en karmaşık armonilerin bir araya geldiği benzersiz şarkılarını söyleyecek, milyarlarca insanın ağzına melodilerini dolayacak, hayatımızı değiştirecek, farklı olanı keşfetmek için yol gösterecek, sahip olmak istediği fiziğe kavuşmak için elinden geleni ardına koymayacaktı. Bir kuşağın kendini ifade şekli olacaktı. Çünkü sahip olduğu kıymetli kutunun içindekiler bunlardı. O bizim ekolümüzdü, kahramanımızdı. Her bir klibi ile büyülü bir yolculuğa çıktığımız günleri, Billy Jean reklamlı Blendax’ın koyu mavi, çizgili şişesindeki şeffaf sarı şampuanının kokusunu burnumda duyarak hatırlıyorum. Michael Jackson sadece kendi hayatını yaşamadı, kendi hayatına benimkini, bizimkini, milyarlarca kişinin hayatını sığdırdı sanki.

Thriller ile bizi o ana kadar hiç karşılaşmadığımız, beklediğimiz bir şeyle tanıştırmış olacak ki, bu albümle zamanın en yüksek satış rakamına ulaştı. Dünyadaki herkes onu dinlemek, onu izlemek istedi. O hep farklı, hep iyi olmayı başardı.

Eğer hayatı boyunca tutkularının peşinden gitmeseydi, örneğin beyazlaşmak, daha güzel bulduğu görünümü kazanmak uğruna erken ölümü göze almasaydı o Michael Jackson olmayacaktı, biz de İman’la çektiği muhteşem klibinde ilk kez gördüğümüz ve günlerce konuştuğumuz toza dönüşme sahnelerinden etkilenemeyecektik. “Black and White” klibinin sonunda kara bir pantere dönüşmesi rüyalarımıza girmeyecekti. Hayatımızda ay yürüyüşü (moonwalk) de olmayacaktı. Ve muhtemeldir ki eksik kalacaktık, şu anki biz olmayacaktık. Biz, bir kuşak, bugün artık çok aşina olunan bir dolu efekti ilk kez onun estetik anlayışı ile gördük. Herhalde kimse, onun kullandığı şekilde bu efektlerin aşıldığı, hele hele onunkinin ötesinde bir dans stili yaratıldığı konusunda bizi ikna edemeyecektir.

Dünyaya seslenen adamın dünyadan aldığı çok azdı ya da ona yetmedi. Bir başka deha Maradona’nın “Anneler günündeki Adem kadar yalnızım” sözleri, belli ki onun için de geçerliydi. Sonsuz arayışı, tatminsizliği hayranlarının hiç istemedikleri, inanamadıkları şekilde onun hakkında ileri sürülen çocuk tacizi suçlamaları ile yüzleşmelerine yol açtı.

O Michael Jackson’dı...

Ölümünün ardından okyanus ötesinden, dünyanın dört bir yanında benim gibi milyonlarca insanla birlikte onun, çocukluğumun ve ilk gençliğimin ve bir daha onun gibi bir dehanın dünyaya gelmeyecek olmasının yasını tutuyorum sanırım. Çok güzel, çok güçlü, çok yetenekli, ben farkında olmadan beni değiştiren Michael Jackson için...

18 Nisan 2009 Cumartesi

ORADA MISIN?

Ne zamandı tam olarak hatırlamıyorum epeyce oluyor, gazetelerde bir film ismi görmüş çarpılmıştım. Bir Japon filmiydi ve ismi şöyleydi: “Dünyanın Orta Yerinde Aşk İçin Ağlıyorum”. Daha sonra yılgınlık hissettiğim, birçok nedenle kendimi dünyanın orta yerinde yapayalnız durmuş ağlar yakaladığım birçok anda bu film sık sık aklıma geldi. İşte yine içinde bulunduğum ruh halini anlatmak için başka bir ifade bulamıyorum.

Dünyanın, bu coğrafyanın haline, kendi halime, kendi halime, halimize dünyanın orta yerinde tek başıma durmuş ağlıyor, ağlıyorum.

Bir baba evi yıkılmasın diye bebeğinin boğazına bıçağı dayamışken, memleketin sağından solundan insan kemikleri fışkırıyorken, çocuklar sadece söyleyemedikleri sözleri, ölülerinin acılarını taş yapıp attıkları için yetişkinlere uygulanan yasalarla cezaevlerine tıkılırken; bu ülkenin siyasi, yasal bir partisinin üyeleri gözaltına alınırken, kendine “iyi insan” olmayı yakıştıranların Türkan Saylan’ı peygamberleştirerek peşine takılmasına isyan ediyor, isyan ediyorum.

Tijen Mergen’in gözlerini süze süze “göz altında kötü muamele gördük, uyuşturucu müptelaları ile aynı yere konduk, suçu kanıtlanmamış olan bizim gibilerin daha farklı muamele görmesi gerektiğini düşünüyorum” derken, “ayrıcalıklı olduğu inancını ve olma talebini” bu kadar cüretkarca dile getirdiği için kahraman ilan edilmesi karşısında nutkum tutuluyor.

Herkes kör mü oldu? Herkes bu kadar gönüllü müydü yönlendirilmeye, inandırılmaya? Herkes 30 bin kız çocuğunun eğitim almasına mı tav oldu?

Bana bu kız çocuklarının, hem de ana dillerinde eğitim almalarını sağlamak, benden aldığı vergilerle devletin göreviymiş gibi geliyor. Devlet bu görevini yerine getirmezken, diğerlerine layık görülenlerin önünde, eğitim almış 30 bin çocuktan daha iyi bir paravan düşünemiyorum. Bu paravanı devlete sağlayacak bir Türkan Saylan gider, bir başkası gelmez mi?

Bu kız çocukların yine bizzat Türkan Saylan tarafından Turkcell’in pazarlama bütçesine dahil edilivermeleri size garip gelmiyor mu? O sarı uzuvları çocukların başına geçirip önümüze süren, çocuk istismarının dibine vuran Turkcell’in, “kız çocuklarını okutuyorum, ne iyi şirketim, beni seçin, beni seçin” dediği reklamlarına malzeme olmadı mı bu çocuklar?

Hadi geçtim bunları, 30 bin çocuğun eğitim alması bu ülkenin kaderinde, hadi bunu da geçtim, bu kızların kaderinde neyi değiştirdi? Kürtçe’nin ya da diğer ana dillerin aksanı ile Türkçe konuşmaya çalışırken, Türkan Saylan’la çok sevişen Atatürkçü, çağdaş, laik, modern Türkler bu kız çocuklarının tek biri ile yan yana gelir mi? Onlarla aynı statüyü paylaşır mı?

Bu kız çocuklarının hiçbiri, asla, onları sosyal statülerini güçlendirmek için okutanlarla aynı masaya oturamayacak. Çağdaşlık, laiklik ve hadi söyleyiverelim Atatürkçülük kriterlerine uygun, steril, sıcak bir konser salonunda örneğin, yüklü paralar ödeyip onlarla bir klasik müzik konserinin zevkine ortak olmayacak.

O kızların kaderine, bir gün evinin başına yıkılmasına karşı çıkmak için bebeğinin gırtlağına bıçak dayamak düşecek.

Ve Tijen Mergen, Festus Okey’in öldürüldüğü gözaltı koşullarını, kendisine sadece ekmek zeytin verildi diye eleştirecek. Şöyle demeye getirecek “Beni Festus Okey gibilerle aynı yere koymayın, çünkü onlar suçlu”. Oysa gözaltı denilen yer, herkes için suçun henüz kanıtlanmadığı yerdir. Ve Tijen Mergen oradan bir kahraman olarak çıkacak, “tek suçum çocuk okutmak” diyerek, tatlı bir sıcaklık içinde, kör milyonların okşamaları ile tüylerini parlatmaya devam edecek. Festus Okey ölecek.

İşte ben bu körlük, bu adaletsizlik karşısında bir Şekspir sonesine konu olabilecek, hayır hayır, bir Beethoven senfonisine tema olacak kadar derin, şiddetli bir ızdırap çekiyorum.

Orada mısınız?

24 Şubat 2009 Salı

SONBAHAR

Geçen aylarda ilk kez, seyrettiğim bir filmle ilgili yazı yazmak istedim. Meğer ne zormuş bir film eleştirisi yazmak. Büyük bir istekle başladığım Sonbahar yazısı epey debelenmemin ardından, yılgınlıkla yarım bıraktığım yazılar arşivimdeki yerini aldı. Eğer filmle ilgili bir başka yazı okumasaydım bu defteri bir daha açmaz, bu çileli yolcuğu tekrar göze almazdım. Sonbahar filmi hakkında bir yazı yazmak boynumun borcuymuş, o yazıyı okurken anladım.

“Hayatı kaçırmıştı Yusuf” diye başlıyor, Çiğdem Şahin sansursuz.com’da yayımlanan Sonbahar başlıklı yazısına. Şöyle devam ediyor: “Delikanlılığın o başı göğe erdiren delidolu günleri... İçinde bir çıkış bulma umudu... Yoksulluğun, sahipsizliğin, adaletsizliğin bütün sorumluluğunu üzerine alıp, başını koyup davaya, ölümüne çıkmak yolculuğa, bir hayat bir dava uğruna ancak bu şekilde hoyratça harcanabilir, işkence ve zulümlerle bir fidanın ömrü ancak bu şekilde söndürülebilirdi.”

Okumaya devam:

“Ah Yusuf, seninkisi bu nasıl bir deli sevdaydı... Bir de geç kalmış olmasaydın hayata... Bir de mevsim SONBAHAR olmasaydı” (büyük harf seçimi Çiğdem Şahin’in)

Sonbahar, F Tipi cezaevlerine karşı başlatılan ölüm oruçlarını bitirmek amacıyla düzenlenen Hayata Dönüş Operasyonu dönemini cezaevinde geçiren Yusuf’un öyküsünü anlatıyor. Yusuf, vücudunun cezaevinde aldığı onulmaz yaralar nedeniyle ölümcül bir hastalığa yakalanır ve 22 yaşında girdiği cezaevinden 32 yaşında tahliye edilir. Memleketine, Doğu Karadeniz’e, annesinin yanına gelir. Yusuf’un burada geçirdiği, hayatının kalan kısmını izleriz Sonbahar’da.

İşte Çiğdem Şahin, şiirsel diyebileceğim iyi niyetli, incelikli, sırça cümlelerini bu film için kurmuş. Yazara, kadın mahkumların üzerine benzin dökülerek ateşe verildiği belli belirsiz sahnelerle başlayan bir film hakkında böylesine naif cümleler kurduran ilham, Sonbahar’ın, anlatımına güç katan dinginliğinde gizli olsa gerek. Bu dinginlik aynı zamanda, Yusuf’un ve onunla aynı ideallere ortak olanların, ölüm ve yaşam arasında kurdukları ilişkiye dair genel bir yanılgının ortaya çıkmasına neden oluyor.

Sonbahar’da anlatılan ölümüne çıkılan bir yolculuk değil, hayatı sonuna kadar yaşama arzusu oysa. Sadece, bu arzuyu tutkuyla taşıyanların nasıl yok edildiklerini görüyoruz filmde. Yazısının bir yerinde “Ölüm hiç koymuyordu ya anacığına üzülüyordu (Yusuf)” diyor Çiğdem Şahin. Özgürlüğü elinden alınmışken, içerdeyken, korunmasızken, hiçbir zararının dokunmadığı insanlar tarafından hayatı 30’lu yaşlarında ellerinden alınmışken ölüm Yusuf’a koymuyor, annesini düşünüyor. Çünkü baştan ölümüne yolculuğa çıkmış.

Hayır... Yusuf yaşamak istiyor. O nedenle mevsimi değilken yaylaya çıkıyor, karlar içinde soluğu kesilene kadar yürüyor, düşüyor, kalkıyor. Evde değil dışarıda, Karadeniz’in muhteşem ormanlarına karşı uyuyor. Çiğdem Şahin’in söylediğinin aksine, cezaevinden çıktığında ağaca, taşa, ormana, dereye, tepeye, kurda, kuşa çiçeğe şaşırarak bakmıyor. Onları biliyor, çok eskilerden. Hayatını elinden alanların bilmediği kadar. O nedenle sevgilisiyle yola çıkmak üzere pasaportunu hazırlıyor. Hayatını elinden alanların anlayamayacağı kadar, isteyemeyeceği kadar yaşama bağlı olduğu için. Yusuf’un hayata bağlılığını anlatmak için Karadeniz’in hırçın doğası dışında bir ifade aracı olabilir miydi?

Ölümün Yusuf’a koymadığı algısı, yönetmen Özcan Alper’in filmi adadığı “her daim düşlerinin peşinden koşan sabırsızlık zamanının güzel çocukları”nın göğüslediği adaletsizliği daha da güçlendirir. Ölümün genç yaşta insana koyacağını, gençlerin hayatlarının elinden alınmasına karşı söz üretebilmemiz için önce bizim anlamamız gerekir.

Çiğdem Şahin’in yazısı için:

http://www.sansursuz.com/haberler/templates/sansursuz-yazar.asp?articleid=77369&zoneid=7&y=38

8 Ocak 2009 Perşembe

GÖRMEK

Yine milletçe yek vücut olmanın güveni yaşanıyor güzel ülkemde. Milletim, İsrail’in Gazze’ye saldırıları karşısında gerekli tepkiyi veriyor. Herkes çok üzgün, acılı, tepkili. Yine herkesin aynı düşünmesinin rahatlığı içindeyiz. Nasıl olur da İsrail böylesine vahşi bir katliamı sürdürebilir? Şaşkınız. Çocuklar, siviller ölüyor.

Tüm bu infialin, on yıllardır süren savaşta kanın oluk oluk aktığı coğrafyamda yaşanmasını şaşkınlık içinde izliyorum. Sanki ölüm bize çok uzak. Gazze’deki vahşet karşısında çölde kar gören bedeviler gibiyiz. Oysa ne burası çöl, ne de biz bedeviyiz.

Biz, kanlı bir savaşın süregeldiği, çileli Ortadoğu topraklarının, Irak’ın yanı başında, ölümün gayet kanıksandığı bir ülkenin sakinleri, çocuklarıyız. Savaşta 200 kişi değil, bir kişi bile ölse; ölenler sivil değil, cephede savaşa sürülenler bile olsa savaşın olmaması gerektiğini düşünen, düşüncesini haykırdığında vatan haini, düşman ilan edilen çocuklarıyız aynı zamanda.
Bu ülkede yıllardır süregelen savaşta gencecik insanlar toprağa düşüyor. Tabut içinde evlerine döndüklerine ya da defnedilmelerine izin verilmediği için genç cansız bedenlerinin derelerde çaresizce yıkandığına tanık oluyoruz. Bu savaşı körükleyenler, izleyenler, bugün Gazze için, hem de gözümüzün içine baka baka “İsrail’i uyarıyoruz, masum kanı yerde kalmaz” diyebiliyor.

Gazze’de büyük bir vahşet, katliam yaşanıyor. Hep birlikte bu katliama karşı çıkıyor, durdurma erkini geliştirmeyi ve son vermeyi istiyoruz. Ama...

Hayatının her anında insanların ırkları ve dinleri nedeniyle öldürülmediği bir dünya hayaline sahip çıkan bizler, bölge Gazze, öldürülenler Müslüman ve sivil, saldıran İsrail olduğu için sesini yükseltenlerden ayrılıyoruz. Televizyon vampirlerinin daha fazla raiting uğruna her akşam odalarımızın ortasına fırlattığı kanlı görüntüleri izleyip hınç dolan, intikam ateşi ile yanan, görüntüleri gözyaşları içinde izleyip görevini yerine getirdiğini düşünenlerle aynı tarafa düşmüyoruz.

Çelişki ile riyakarlığın iç içe geçtiği bu topraklardan, dünya için bir barış umudu çıkar mı sizce? Biz gördüğümüz, umuda adını verdiğimiz sürece evet.