Yıllar yıllar önce bir aile yakınımızı kaybettik. Çok gençti, çok acıydı. Evimizde uzun süre bu acının ağır havasının hakim olduğunu hatırlıyorum. İçimdeki acı, yakınlarının çaresizliğini gördükçe büyüyordu. Küçük bir çocuktum ve kendimi nasıl avutacağımı bilemiyordum. Sanki kimsenin hayatı bir daha eskisi gibi olmayacakmış gibi geliyordu. Hayatımızın değiştiğini hissediyordum. Bu durum bende belli belirsiz bir kaygıya neden oluyordu.
O günlerde bir aile büyüğümüzün acısını dile getirmek için söyledikleri hala ara ara aklıma gelir: “giden gidiyor, kalana hiçbir şey olmuyor”. Bu sözleri, zamanın tüm yaraları sardığına duyduğu güvenle söylemişti kuşkusuz. Bir süre sonra mutlu hayatlarımıza dönecektik, oysa ölüm her şeyin sonuydu.
Ya o yanılıyordu, ya da yaraları sarmanın kolay olmadığı zamanlarda yaşıyoruz. Bir yaranın üzeri kapanmadan diğeri açılıyor. Çocukluktan çıkıp şahsen tanımadıklarımıza, elimizden alındıkları için gözyaşı dökmeyi öğreneli beri işimiz daha zor. Almanya’da 9 kişinin öldüğü yangın haberlerini okumak çok zor.
Almanya’nın Ludwingshafen kentinde, 4 Şubat gecesi Türklerin oturduğu dört katlı binada çıkan yangında 9 kişi can verdi.
Fotoğraflarda alevler içindeki binanın pencerelerinden yarı bellerine kadar sarkmış aile üyelerinin bebeklerini kurtarmak için çırpınışlarını, bebeği boşluğa bırakışlarını, havada asılı kalan kolları ve bebeğin düşüşünü görüyorum. İçerde verdikleri yaşam mücadelesini, kurtulma umutlarını kaybettikleri anı, bir aile meclisi toplantısının sonucu gibi bebeklerini boşluğa bırakma kararı alışlarını gözümün önüne getirmeye çalışıyorum.
Fotoğrafa yeniden yeniden bakıyorum, dört yetişkin var sanırım pencerede ve bir bebek. Bebeği boşluğa bırakan, daha sonra amcası olduğunu öğrendiğim adamın havada açık duran eli yüzüme çarpıyor. Neyi, neden yaşadığını bilen, tüm sözcükleri, tüm direnişleri, hayata dair tüm umutları, tüm düşleri yarım kalmış, yılgın birinin eli. Neyi, neden yaşadığını bilen diyorum... O gece o binada neler yaşandığını ondan iyi kim bilebilir ve ülkesinin ona vermediği ekmeği, daha iyi bir hayat arzusu ile aramaya gittiği ülkede istenmeyen kişi olmanın, bu nedenle ateşe verilmenin acısını ondan daha güçlü kim yaşayabilir?
5 çocuk ve 4 yetişkin yangında öldü. Şimdi, acılarımızı tartarken, ülkelerinde yükselen ırkçılık dalgasından utanç duyan, olanı biteni büyük bir çaresizlik ve kahırla izleyen Almanları en iyi biz anlamalıyız. Küçük bir Alman kızın yakılan eve bıraktığı “Eğer bir şey olduysa bizi affedin” notunun, kendi ellerimle yazılmış gibi durduğunu söyleyebilirim. Ben de ne yazık ki bu notu kendi ülkemde defalarca, defalarca, defalarca yazmak zorunda kaldım, kalıyorum.
Eğer tüm bu yaşananlar, insan elinden çıkma trajediler bende, Almanya’daki o bir zamanlar dışarıdan güzel görünen bina yüksekliğinde bir yerden atlama hissi uyandırıyorsa, “kalana bir şey olmuyor” mantığı geçerliliğini yitiriyor demektir. En sevdikleri, ırkları, dilleri, dinleri nedeniyle ellerinden alınanların acılarının birleşerek uğuldadığı, duymayı bilenleri çıldırma sınırına getiren bu uğultunun hakim olduğu bir dünyada ne kadar olunabiliyorsa, o kadar mutlu olduğumuzu kabul etmeliyiz.
